31 Ağustos 2011 Çarşamba

yarın doğacak mı güneş?


dün etiyopya'da açlıktan ölenler
bugün somali'de
dün afganistan'da oyuncaktı kurşunlar, füzeler
bugün suriye'de
sorarım yarın nerede?

29 Ağustos 2011 Pazartesi

fucking story #4

kısır döngü, her gün yeni bir sıradanlık hikayesi daha ekleyecekti onun hayatına. yarın ne yapacağını merak etmiyordu bu yüzden. merak etmek, insanları bir hayat yaşamaya mecbur ediyordu. o ise, bir hayat yaşamayı istemiyordu; bir hayatı geçiştirmek istiyordu, hayatını idare etmek istiyordu. bu yüzden her gün birbirine benzer hayat geçiştirmeleri sahneliyordu. o  ''çoğumuz hayatı yaşamayı, yaşarken daha yaşamaktan vazgeçmiş olmalıyız, ruhsuz bedenlerimizin oradan oraya savrulmasının izahı bu olmalı. yaşadığımız acılar, üzüntüler sürüklesin bizi. boğsun gecenin karanlığında ve yeni güne tekrar diriltsin, tekrar tekrar yaşayalım üzüntüyü, acıyı bu sefer çok daha derinden hissedelim ve tekrar boğsun bizi hikayelerimiz, iyi sandığımız işimiz, okulumuz, sağlığımız... hiçbir şey yapmadan, seyredelim kendi boktan hayatımızı.'' derdi ve sonsuza kadar giderdi, başka bir sonsuza kadar gitmeye doğru..


b.öktem

26 Ağustos 2011 Cuma

ne yapacağız biz, sikik dünya

hepimiz hayat dediğimiz, kötü, çok kötü şeylerle içi doldurulmuş eski bir karavanda yolculuk etmek zorundayız. bindik bir kere o karavana...ha? yolculuk etmeyi seçtik ya da seçmedik, işte beraberiz. bu boktan yolculuğa katlanmak zorundayız. yani? ya da karavanın bir uçurumdan devrilmesi için ya da tekrar ya da gideceğimiz nokta her ne ise-bir nokta varsa-ulaşmayı beklemeliyiz öyle mi? hepsi deli saçması bunların. iğrenç bir şarkı hepsi. çok kötü, terleten, kusturan bir kabus.

söylenmesi gereken o kadar çok şey varki. ama ne için? isyan etmek, asi olmak bile ne için? şu an birilerinin bu sefil hayatlarımızı izlediğini düşünün bir, yaptığımız onca saçmalıklara götleriyle güldüklerini.. o halde asi olmak, isyan etmek, birilerini suçlamak, bağırmak bile saçma değil mi? peki ne yapmalı? hıı?  hiçbir şey! sadece içmeli, ağlamalı..

bu da yetmez. ne yapmalı o zaman? evet, ''ne'' yapmalı. ne'yi bulamamız gerek. bulduktan sonra ne yapacağız bi?. ne'yi yapacağız biz.

ne dışında hiçbir şey yapmayacağız biz, işte böyle sikik bir dünya bu.

beşiktaşk!

futboldan soğuyan bizler, beşiktaş'a olan bağlılığımızdan hiçbir şey kaybetmedik..!

öldürmek istiyorsan aşıklarını,
kanser etme bizleri
son dakikalar da gol at, kalp krizi geçirelim ya da kupa-lar al, alkol komasına girelim, ölelim..!

21 Ağustos 2011 Pazar

ispanyol meyhanesinde seni aradım / turhan oğuzbaş



Bu akşam 
Bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul'un 
Seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde
Sonra akvaryumlu meyhanede balıklara sordum seni
Canım kıyasıya sarhoş olmak istiyordu
Yokluğun bir karanlık gibiydi içimde
Ağır ve dayanılmaz
İspanyol meyhanesinde
Seni içtim toprak kadehlerden yudum yudum
önce bir serinlik sardı kanımı
İliklerime kadar üşüdüm
Sonra bir orman yangınında eridi dudaklarım
Ve bütün sokaklarında İstanbul'un
Gece sabahlara dek seni aradım
Ne yana baksam karanlıktı
Oysa güzel kadınlar vardı masamda
Kendinden emin kadınlar
İnce uzun parmaklı, beyaz kadınlar vardı.
Şarap bir yerde o kadınlar gibiydi
İçtikçe başım dönüyordu
Şimdi bütün meyhanelerde kadehler
Senin için uzanır yıldızlara
Bir gitar alaca karanlıkta ilk seranadı
Senin için yapar Madrid'te
Madrid'te şarap renkli horozlar ötüyordu
Seni görür gibi oluyordum
Boğazıma bir şeyler düğümleniyordu
Üşüyordum, yorgundum üstelik
Soğuktu İspanyol Meyhanesi, loştu.
Ve şimdi bütün meyhanelerinde İstanbul'un
Sevenler sarhoştu.
İstanbul meyhanesinde
Ne şömine vardı, ne beyaz halılar
Ama içtiğim her kadehe kokun sinmişti
Başım dönüyordu
İstanbul'u yıkmak geliyordu içimden
İstanbul meyhanesi şarap şarap kokuyordu

Ben gayesizliğin böyle korkunç olduğunu
Bilmezdim... Meyhaneye düşmeden önce
Bir garson halime bakıp
Anladı yıkılmış olduğumu
Canım yeşil şarap istedi-sordum;
'Yok' dediler
Sonra gözlerin aklıma geldi
Oturup ağladım
İspanyol meyhanesinde kadehlerde seni yaşadım
En güzeli seni sevmekmiş meğer
Ölesiye, delice, korkunç
Fırınlarda seni aramakmış ekmek diye
Seni beklemekmiş en iyisi
Ölümü bekleyen hastalara inat
Eski bir meyhane şarkısı vardı
Bir türlü anımsayamadım
Sonra gözlerini düşünüp
Kadehlerde yeşil yeşil yandım
Biliyorum...
Bir gün sende geleceksin İspanyol Meyhanesi'ne
Bir gün sen de çılgıncasına sarhoş olacaksın
Sevdiğimiz şarkıları söyliyeceksin sabahlara dek
Yeşilköy'de bir güneş doğacak
Şarapsı gecelerimizden
Ama yanımda kadınlar varmış
Ama inceymiş, ama beyazmış, üstelik güzelmiş
Sen yoksun ya, ellerini tutmuyorum ya!
Şarabı aynı kadehten içmiyorum ya!
İspanyol Meyhanesinde seninle ölmek varmış
Vız gelir dünya!
Yorgunum şimdi, bitkinim
Beni unut artık
Söyle garsonlara
Kırılmış bir kadeh gibi bıraksınlar beni
Şimdi ispanyol meyhanesinde bir tahta masada kaldı adım
Yere dökülmüş şaraplara güneş doğuyordu,
Seni unutmadım! ...


nesrin sipahi yorum ile dinlemek için:
http://fizy.com/#s/2b1tgo

19 Ağustos 2011 Cuma

fucking story #3


zaman kavramını yitirmişti. saatin kaç olduğunu bilmiyordu, bakabileceği bir saati de yoktu, kullanmıyordu, sevmiyordu saat kullanmayı, zincirlendiğini hissettiriyordu kolundaki o saat ona. bir şeyler yapmak zorunda bırakan bir zincirdi saat. günler, gün doğumu ve bitişi ile sınırlı olmalıydı, çünkü bu doğaldı. yeni gün üzerinden planlar yapmalıydı insan. birkaç saat sonrası için yapılan planlar insan ömrüne zarardı. bazen hayatın içinde bulunmak, sanıldığı kadar iyi olmayabilirdi. düşünceler sarıp sarmalamıştı zihnini yine. bey amcanın sızmasıyla birlikte, daimi yoldaşı, kendisi yine onunlaydı. çok içmişti, gitmeliydi artık. kalktı, senedeledi önce. kolunu tutan yan masadaki gence ''iyiyim ben teşekkür ederim'' dedi. ayağa kalkmadan masaya bıraktığı para için, kendini kutluyordu. sallanarak dışarıya çıktı, temiz hava bir tokat gibi çarptı yüzüne. derin bir nefes aldı, tokat yerken bir daha vur diyen sadistlere benzetti kendini. gülümsedi.

şimdi yürüyordu, sokaklar boştu. sabahın bu saatleri, sokakların bu sessizliği ve boşluğuna bayılıyordu. geçen günlerdeki yalnızlıklarını anlatıyordu insanlara '' ne kadar eşiniz dostunuz da olsa, işte bu saatte yalnızsınız'' diyordu. bitmeliydi bu şey, artık adını koyamadığı insanların hayat, yaşam gibi türlü uyduruk isimler taktığı olgu bitmeliydi. sonu yoktu, bir bakmışsınız mutlusunuz, bir bakmışsınız mutsuzsunuz. kimileri mutsuzluğun mutluluğu daha anlamlı kıldığını söylüyordu, o ise bir türlü anlamıyordu. herkesin ulaşmak istediği, bunun için hayatını tükettiği cennet, acının, şüphenin, huzursuzluğun... vb. şeylerin olmadığı yerdi. öyleyse orada onları anlamlı kılacak şey neydi? işte soru buydu. bu soruya genelde kimse cevap veremiyordu, konuyu kapatan kişi oluyordu. şimdilerde kimseyle konuşmadığı için, bunlar hatıralarıydı sadece.

yakınlarda bir yerlerde ''menekşe gözler hülyalı'' çalıyordu. severdi bu şarkıyı, eşlik etmeye başladı. Süzüldü göz yaşları, dudaklarını ıslattı. ama söylemekten geri kalmadı ''...beni terk eyleme, canım, gülüm gel'' göz yaşlarıyla birlikte söyledi, söyledi yürüdü, yürüdü, yine yürüdü...

olamaz mı?


yorulduk, yoruldukça cahilleştik. kapattık dünyaya kendimizi. cahilliğimiz ebedi..
yorgunuz, biraz da mızmız ve tembelliğimiz daimi.
cahiliz, yalnızız, yorgunuz, huysuz ve de tembeliz.. ancak yaşanmakta olan, yaşanacak. direnenler elbette kayıplar verecek ama yeter ki, dönsün normale dünya hali.

16 Ağustos 2011 Salı

nükleersiz türkiye


fucking story #2

masasında bir kadeh rakı vardı . tek başına olduğundan, masaya şişeyle gelmemişti yaşça büyük bey amca. bir şey demedi, tanımıyordu onu ne olsa. keyifle bir yudum aldı, dün gece içmiş olmasına rağmen özlemişti bu tadı. seviyordu rakıyı. mutlu günlerinde arkadaşlarıyla, dostlarıyla paylaştığı o rakı masaları geliyordu aklına. hatıralarına döndüğü için, ayrıca bir bağlılığı olabilirdi rakıya karşı. evet, belki bundan dolayıydı. bir yudum daha alayım, hatıralar canlansın, raks etsin karşımda diye düşündü. ve dudakları tekrar buluştu soğuk rakı kadehiyle.

karşısındaki masada yalnız oturan adamın kendisine baktığını gördü. eski bir tanıdık gibi bakıyordu. sanki birden, ''nerelerdeydin sen bunca zamandır evlat'' diyerek sarılacakmış gibi. öylece bakıyordu, gözlerini kaçırmaya cesaret edemiyordu. gözlerini kaçırdığı zaman alınacakmış gibi, duygu yüklü gözlerle bakıyordu. kır saçlı, güleç yüzlü cana yakın adam. elinde rakı bardağıyla birlikte kalktı masasından, ''oturabilir miyim delikanlı'' dedi. şaşırmıştı ''buyur bey amca'' dedi. ''yalnız içmek, utandırıyor beni delikanlı'' dedi. ''bir adabı vardı eskilerde rakı içmenin, bu gece yad edelim seninle o günleri'' dedi. uzattı kadehini, meyhane ortamında bir kadeh tokuşturulma sesi duyuldu. meyhane için yabancı olmayan bu ses, iki kişi için oldukça özlenen bir sesti.

bir süre düşüncelere kapattı kendini, sadece sadece tatlı dilli bey amcanın güzel muhabbetine bıraktı kendini..

14 Ağustos 2011 Pazar

fucking story #1

Hatırlıyordu, ilk ağaca çıkışını, yeterince güçlü olmadığı için çıktığı o ağaçtan düşüp ayağını incittiğini. Acı çektiği, günlerce yürüyemediği o anısı bile neden şimdi gülümseyerek hatırlıyordu? İlgisini çekmişti konu ve aklındaki bir köşeye not düştü. Şimdi daha önemli işleri vardı. Onları düşünmeliydi.Düşünmesi gerektiği birçok sorunu varken neden önemsiz şeyleri düşünüyordu? Bu düşünce bile o an kendine sorduğu bu soruyla, tekrar başa dönüyordu. Zihninin ona yaptığı işkenceydi bu.

Bir sevda masalıydı kendi gözlerinde. Bencillik insanlığın en büyük yarasıydı, kanamayan. En güzel ve en kötü şeylere, enlerin hepsine sahip olduğunu düşünen bir insanın oğlu olmasıydı onunda derdi. Kendi doğacak çocukları da atalarından gelen bencilliklerin üstüne, bencillik katacaklar ve daha bencil olacaklardı şüphesiz.Yara diye tanımladığı bencillik üzerine düşünmesi gerektiğini düşündü tekrar, çünkü bencillik belki de bir hastalıktı. Doğarken edindiğimiz genetik bir hastalık, yıllar geçtikçe tedavisi insanın kendi içinde- yine bencillik ederek kendini doktor ilan etmesiyle- çözmeye çalışacağı belki çözeceği belki de çözemeyip pes edeceği bir hastalıktı. Vardı öyle hastalıklar. Bir süre sonra çırpınmanın son erdiği, hastanın hastalığa teslim olduğu... Aşk gibi..

Elini cebine attı, saate bakacağı bir saati yoktu kolunda. Cep telefonunu buldu. Geç olmuştu, soğuk havada bir saati aşkın süredir oturduğu bank, onu hasta edecekti. Aldırmadı soğukta düşünmek daha iyi oluyordu bazen..
Dijital saatleri de sevmiyordu, zamanın hızla akmasına katkı yaptıklarını düşünüyordu. Dijital saatler olmasaydı insanlar saat konusunda yanılabilir, dalgınlığına getirebilir ve zamana karşı kısa süreli de bir zafer kazanma edası takınabilirlerdi. Yaşadıkları zaman dilimi içerisinde insanların bu tür doğaçlanmış hislere ihtiyacı vardı. Gülümsemelerin, belli edilmeyen kıskançlıkların ve kızgınlıkların yanında, gerçek hislere ihtiyaç duymak, suyun insan yaşamındaki vazgeçilmezliğinin oranını düşürdüğü şüphesizdi. Konudan konuya geçen zihnini yavaşlatması gerekiyordu. Bu yüzden ayağa kalktı.

Bacakları üzerinde esnedi. Bir jimnastikçi olsaydım, düşüncesi vardı şimdi de aklında. Düşünmek istemiyordu. Birkaç kadeh bir şeyler içmek, beynini uyuşturmak ve sonra da uyuşmuş, düşünemeyen beyni ile düşünmeden harekettiği ettiği davranışlarının, düşünmeye başladığı zaman, muhakemesini yapmak istiyordu. Böylece tekrar uyuşturmak için bir nedeni olacaktı beynini. Beyninin, beyni hakkında plan yapması da hoşuna gidiyordu, en azından sinsi olmadığını düşünüyordu.

Bayağı yol gelmiş olduğunu fark etti. Sağda rum meyhanesi gördü. Üşüdüğü için düşünmeden içeri girdi.
Loş sıcak bir ortamı vardı meyhanenin. Küçük ve az insan olması, müziğin daha net duyulmasını sağlıyordu. Bu güzel diye düşündü. Yanına sokulmuş adamı fark ettiğinde admamın kendisini karşılamış, masaya buyur etmiş elini gördü.
Oturdu ve ''Rakı'' dedi. ''Rakı getir bana.''